10

Hediye Etkinliği Hakkında Duyuru

Yazar: on 00:34 in


Öncelikle Merhaba sevgili okurlarımız.
Uzun zamandır blogumuzla ilgilenemedik, yeni bir döneme başladığımız için günlerimiz yoğun geçiyor. Lütfen kusurumuza bakmayın.
Etkinliğimizi pek fazla duyuramadık galiba diye düşündük ve küçük bir duyuru ile etkinlik hakkında yeniden bilgi verelim istedik.
Malumumuz 14 Şubat bize en sevgili olan Fahr-i Kainat Efendimizin veladet gecesi idi. Bizde bu vesile ile siz değerli okurlarımıza naçizane bir hediye verelim istemiştik. Ancak katılım beklediğimiz kadar olmadığı için biraz üzüldük. (İçimizden acaba makyaj malzemesi gibi daha çekici bir hediye vermediğimiz için mi yoksa duyaramadığımız için mi diye düşünmedik değil) Katılımı artırmak için elimizden geleni yapalım istiyoruz. Öncelikle süreyi 14 Mart'a kadar uzatıyoruz. 14 Mart'a kadar bu posttan yorumlara devam ediyoruz hep beraber inşaAllah. Diğer posta yorum yazan 8 okurumuz kurada ekli olacaklar zaten mutlaka merak etmesinler :) Bu posta O'nu en iyi anlattığını düşündüğünüz bir kaç kelime cümle yazarsanız bizi çok mutlu edersiniz. Birde tabi size ulaşabileceğimiz mailinizi yazarsanız çekiliş sonucunda size ulaşmamızda kolaylık sağlamış oluruz. Sizden küçücük bir isteğimiz daha var buda size bağlı tabiki mecburi değil kesinlikle, bu etkinliği duyarabildiğiniz kadar kişiye duyurursanız paylaşımlarımızın bereketi artacaktır diye düşünüyoruz.
Biz bu hediyeleri O'nun adına O'na atfederek vermek istiyoruz. O'nun ve elçisinin sözünün üstüne söz olmaz diyerek bu kutlu iki hediyeyi seçtik umarız ki beğenmişsinizdir. Sizde O'na ve En Sevgili'ye atfettiğiniz bir kaç cümleyi bizimle paylaşırsanız çok güzel şeylere vesile olabiliriz galiba. O'nu ne kadar çok anarsak kendimizi o kadar O'na bildirmiş oluruz. O zaman hep beraber O'nu anmaya var mısınız inşaAllah.

Emanet Rahman ve Rahim olana inşaAllah.
Dua ve muhabbetle...

|
10

"Leyl-i Velâdet // Hediye Etkinliği"

Yazar: on 01:41 in ,
Allahın Adıyla Rahman Ve Rahim Olan
Onun adıyla isimler unutulur
İsimler unutulur Unutturur Yaradan Adın Geçer
Kalbe Nur Gönle Safa
Eşşrefil Vera Seyyidina Hazreti Muhammed Mustafa
 
Şimdi seni ananlar,
Anıyor ağlar gibi...
Ey yetimler yetimi,
Ey garipler garibi;
Düşkünlerin kanadıydın,
Yoksulların sahibi...
Nerde kaldın ey Resul,
Nerde kaldın ey Nebi?

Günler, ne günlerdi, ya Muhammed;
Çağlar ne çağlardı;
Daha dünyaya gelmeden
Müminlerin vardı...
Ve birgün, ki gaflet
Çöller kadardı,
Halime'nin kucağında
Abdullah'ın yetimi,
Amine'nin emaneti ağlardı!

Hatice'nin koncası,
Aişe'nin gülüydün.
Ümmetinin gözbebeği,
Göklerin resulüydün...
Elçi geldin, elçiler gönderdin...
Ruhunu Allah'a,
Elini ümmetine verdin.
Beşiğin, yurdun, yuvan
Mekke'de bunalırsan
Medine'ye göçerdin.

Biz dünyadan nereye
Göçelim ya Muhammed?
Yeryüzünde riya, inkar, hıyanet
Altın devrini yaşıyor...
Diller, sayfalar, satırlar
(Ebu Leheb öldü) diyorlar:
Ebu Leheb ölmedi, ya Muhammed;
Ebu Cehil, kıtalar dolaşıyor!

Neler duydu şu dünyada
Mevlid'ine hayran kulaklarımız:
Ne adlar ezberledi, ey Nebi,
Adına alışkın dudaklarımız!
Artık, yolunu bilmiyor;
Artık, yolunu unuttu
Ayaklarımız!
Kabe'ne siyahlar
Yakışmamıştır, ya Muhammed,
Bugünkü kadar!

On dört asır evvel yine bir böyle geceydi
Kumdan ayınon dördü bir öksüz çıkıverdi
Lakin o ne hüsrandı ki hissetmedi gözler
Halbuki kaç bin senedir bekleşmedelerdi
Nerden görecekler göremezlerdi tabi
Bir kere zuhur ettiği çöl en sapa yerdi
Bir kere de ma'mure-i dünya ozamanlar
Buhranlar içindeydi bugünden de beterdi
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta
Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi
Fevza bütün afakını sarmıştı zeminin
Salgındı bugün Şark'ı yıkan tefrika derdi

Derken büyüyüp kırkına gelmişti ki öksüz
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi
Bir nefhada kurtardı insanlığı o masum
Bir hamlede kayserleri kisraları serdi
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi
Zulmün ki, zeval akılına gelmezdi, geberdi
Alemlere rahmetti evet şer-i mübini
Şehbalini adl isteyenin yurduna gerdi
Dünya neye sahipse onun vergisidir hep
Medyun O'na cemiyeti medyun O'na ferdi
Medyundur o masuma bütün bir beşeriyyet
Ya Rab! Bizi mahşerde bu ikrar ile haşret

  
Sen yoktun...
Hz Âdem'deydi nurun
Önce cenneti,
Sonra yeryüzünü şereflendirdin.
Âdem nuruna affedildi
Arafat bu affa şâhitti


Sen yoktun
Nuh'un gemisindeydi nurun...
Dalgalar yeryüzünü boğarken
Toprağın bağrındaki su
Gökyüzüyle buluşurken
Ve bu bir ilahi azap derken,
Allah nurunu taşıdı binbir sebeple
Tûfan, nurunu selamladı edeple...


Sen yoktun...
Hz.ismail'in alnındaydı nurun
İbrahimî bir dua yükseldi kimsesiz çöllerden
"rabbimiz" dedi,
"onlara kendi içlerinden
Senin ayetlerini okuyacak
Kitap ve hikmeti öğretecek onlara,
Onları temizleyecek bir elçi gönder,
Amin dedi on sekiz bin âlem
Nurunla aydınlanan minicik ellerini semaya kaldırarak
Amin dedi ismail.
Hira nur dağı amin diyerek ayağa kalktı
Medine'den adı uhud olan bir amin yankılandı sevr dağında.


Sen yoktun...
Hz.isa "ahmed" diye muştuladı seni
Alemlerin efendisi diye sana seslendi.
Artık ben sizinle çok söyleşmem, dedi havarilerine..
Çünkü bu âlemin reisi geliyor...
Bekleyin ahmed geliyor.
Kainata rahmet geliyor.
Havarilerin yüzünü okşayan,
Ölüleri dirilten bir nefes oldun
Ama sen yoktun...




Sen yoktun sultânım,
Hz. abdullah'ın alnındaydı nurun
Başı eğik gezerdi mazlum
Kuteyle göklerden seni sorardı
Varaka seni arardı semada
Anneler kız çocuklarını hep ağlayarak sevdiler.
Ağlayarak süslediler ölüme...
Ağlayarak hadi dayına gidiyorsun dediler.
Sen yokken,
Canlı canlı toprağa gömülmenin adıydı dayıya gitmek.
Anne yüreğinin çıldırtan çaresizliğiydi.
Ve yavrusunun ölüme gidişini seyretmesiydi...
En son çocuk atılırken çukura
Annesinin suretinde bir melek tuttu onu
Ve tebessüm ederek hira nur dağını gösterdi.
Melekler süslüyordu hirâyı.
Efendisine hazırlanıyordu cebel-i nur,
Efendisine hazırlanıyordu mekke.
Âlem efendisine hazırlanıyordu
Kainatın gözü hz. aminedeydi.
Toprak yalvarıyordu rabbine,
Allahım gönder artık diyordu.
Gel diye ağlıyordu mazlumlar, gözleri semada


Ve bir gelişin vardı ya rasulallah,
Bir inişin vardı yer yüzüne...
Önünde cebrail!
Ardında yalın kılıç melekler!
Bir inişin vardı yer yüzüne...
Yetimler en huzurlu geceyi geçirdi belki de
Öksüzler annelerine sarıldı doya doya.


Sonra bir sessizlik kapladı seher vaktini.
Her şey sus pus olmuştu.
Hadi diyordu yıldızlar, hadi diyordu ay!
Kainat bir isim duymak istiyordu.
Ve bir ses yükseldi Âmine'nin evinden;
Muhammed!
Karanlıklar aydınlığa bıraktı yerini.
Muhammed!
Melekler öptü o nurdan ellerini.
Muhammed!
Seni yaratan allah'a kurbânız ey dürri yekta!
Sana o adı veren rahmana kurbanız




Artık sen vardın
Susuz topraklara rahmet indi seninle
Annenden sonra anne halime sevindi seninle
Yağmura mı ihtiyaç var?
Kaldır şehadet parmağını,
Yağmurları salsın allah.
Sonra tut ağacın yaprağını,
Köklerini çıkarttırıp yanında yürütsün allah.
Yeterki sen iste,
Sen iste yarasulallah
Deki ben kimim?
Dağlar, taşlar dile gelsin,
Dilsiz çocuklar ellerinden tutup,
Ente rasulullah desin.


Sen vardın
Bedir kârdı,
Uhut dardı
Hendek yârdı.
Yiğitlerin vardı.
Ölmek için yarışan yiğitler...




Hele bir enesin vardı senin.
Enes bin malik...
Uhut'ta öldüğünü duyunca arkadaşlarına,
Niye burada oturuyorsunuz diye sormuştu.
Onlar da
"allah'ın rasulü öldürülmüş deyince
Enes kükremiş:
" peki o öldükten sonra yaşayıp da ne yapacaksınız?
Kalkın ve o'nun gibi ölün! demişti.
Ve savaşın en yoğun olduğu yerde şehit düşmüştü.
Hem de ne şehit ey nebi!
Vücudu yaralardan tanınmaz haldeydi.
Kız kardeşi ancak parmaklarından tanıdı onu...


Musab bin umeyr'in vardı senin.
Uhut'ta sancağını taşıyan.
Öyle bir aşkla sana bağlıydı ki
Allah o gün melekleri musab'ın suretinde indirdi.


Ebu hureyren vardı...
Acıkınca mescidin önünde durur sana bakardı.
Sen anlardın,
Ya ebâhir gel! derdin.




Ve sen gittin...
Bir gidişle gittin
Ardında hüznün kaldı.
Hasretin kaldı göklerde.
Bilal ezan okuyamaz oldu
Ne zaman teşebbüs etse
Muhammed rasulullah demeye
Dizleri üstüne çöker, kendinden geçerdi.


Sonra günler ay,
Aylar yıl oldu.
Ve asırlar oldu
Sensizliğe açtık gözlerimizi.
Ama sen bırakmazsın bizi.
Sen varsın ey şehitlerin sultanı
Sen varsın!
Bir şehit bile ölmezken
Sana nasıl yok deriz.
Ebutalip şama giderken devesinin önüne geçip
Beni burda kime bırakıp gidiyorsun demiştin.
Ne anam var ne babam...
Ebutalip bırakmamıştı bu yüzden .




Sensizliğin ızdırabıyla inleyen ümmetini kime bırakıp gidiyorsun ya
Rasûlallah!
Bırakma bizi ki; allah;
Sen onların içindeyken onlara azab edecek değiliz buyuruyor.
Bırakma bizi!
Hayatı seninle öğretti rahman.
Kulluğu seninle tanıdık.
Duayı senden öğrendik sevgili!
Hz ömer umre için senden izin isteyince,
"kardeşcik" dedin ona,
Kardeşcik, duanda bana da yer ayırır mısın?
Bizler ömer değiliz ama
Bütün dualarımız senin için


Ey rabbimiz!
Rasulünü anışımızdan haberdar et!
O'na binler salat, binler selam!
Habibine makam-ı mahmut'u ver
O'na vesileyi lutfet.
O'nu refik-i Âlâya yükselt
Bizi de affet
O'nun hatrına affet
Zatının hatrına affet.(amin) 


Tomurcuklar açıyorken,başaklar bağlanmışken
Titredim efendim Seni andım dün gece


Bu bahçeler O'nundu bazen uğrar dediler
Bir gülün kokusunda seni duydum dün gece


Biz hiç yazı görmedik,kışta doğdun dediler
Nevbaharda geleni sensin sandım dün gece


O'nun geçtiği sokaklar güller kokar dediler
Ötelerden kokularla geldin sandım dün gece
Andım yine Sen’i her şey yâdımdan silindi,
Hayâlin gönlümün tepelerinde gezindi;
Bu bir serâp olsa da hafakanlarım dindi..
Andım yine Sen’i her şey yâdımdan silindi.
Hey! Bağrı yanık sahra şimdi yıldızlar çiçek
Geceni süsleyecek
Nur içicek badiye, çöle o geldi diye
Gökte mehtap nur olur
Badiler dolu dolu, ışık ışık seylabe
Mehtap artık göklerden yere akan şelale
Süzülür maveradan, gönüle akar nurdan
En paslı kalpler bile olur bu dem billurdan
Kavuşur çöller bugün o gül kokan yele can.
Gelseydin,
Dolaşsaydın sofralarımızı,
Bir tabak fazla görecektin,
Bir bardak, bir kaşık fazla...
Ve sofrada bir yer boş,
Baş köşe! ..
Ola ki Sen(A.S.M.) lutfeder gelirsin diye.
Gelseydin,
Dolaşsaydın gecelerimizi,
O 'Kutlu Doğum' gecelerini,
Anneler görecektin.
Yeni doğmuşsun gibi,
Yeryüzünü yeni teşrif etmişsin gibi,
Mışıl mışıl uyuyasın diye
Seni sabahlara kadar
Hayalen ayaklarında sallayan anneler görecektin. 

 
 Merhaba; en kutlu gece leyl-i velâdet. Ne kutlu bir gecesin ki O'nu ilk sen ağırladın 63 yıllık hayatın ilk gecesi sensin! Ve hoşgeldin Sevgililer Sevgilisi. 1440 yıl önceydi kâinata teşrifin. Biz sana yetişemedik, ömrümüz levh-i mahfuzda bugünlere yazılmış. Ancak o günlerdeymişiz gibi bir gecedeyiz. Yine günlerden Pazartesi. Ay hicabından kapandı, kainatın güneşinin yanında. Adın geçti bugün her yerde. Adın geçti yürekler yandı. Gönül firakından yangınlara gark oldu. Doğum gününü kutladık hep beraber Sen yoktun. Gözlerimiz doldu, ciğerimizin parçalandığını duyduk, burnumuzun direği sızladı, içimiz yandı. Firakın deldi göğsümüzü. Dahilek ya Rasulallah. Dualar dinledik, dualar ettik. Hiç olmasa rüyada teşrif et diye Sevgili. Bekliyoruz Sultanım! Kabirde, sıratta, mahşerde, rüyada. 1440 yıl önce ayağının tozu olamadık şimdi sadece Seni bekliyoruz Sultanım. Ümmü Mektum gibi seni görmeden sana sesleniyoruz. Biliyoruz ki bizi duyarsın. Kardeşlerim dediğin ümmetini yalnız bırakmazsın. Sevgili, en güzel sesimizle, en güzel halimizle, en biz halimizle, sana olan özlemimizi döküyoruz dillere bu gece. Sen yeni doğmuşsun gibi mucizlerini yaşıyoruz. Sen varsın gibi Medine'de bizi bekliyorsun gibi Medine'ne varmak istiyoruz. Yollar Medine'ne uzak olmasa başucunda kapında olsak. Haremgâhında can versek. Sen varmışsın hep yanıbaşımızdaymışsın gibi bir hayat sürsek, sürebilsek. Sen olmasan alemleri yaratmazdım diyor ya Rabbim, Sen olmasan olmayacağımızın idrakinde yaşayabilsek her an. Unutmasak ya Rab. Unutmasak Seni, unutmasak O'nu. Attığımız adımda O varmış gibi yer versek, soframızda O varmış gibi yemek yesek, O varmışta O'na anlatıyormuşuz gibi anlatsak her şeyi. Ey Fahr-i Kainat biz unuttuk. Ne Seninle bir sofrada yemek yedik ne Seninle gezdik gittiğimiz yerleri nede asırlar sonrasından Seninle muhabbet ettik. Halbuki bunların hepsini yapabilecekken biz unutanlardan olduk yâ Nebi. Biz Seni unuttukta nasıl yaşadık, Sen olmasan yaşam diye bir şey olmayacakken. Sen en Sevgili, Sevgililer Sevgilisi bizi unutma. Unutulursak mahşer günü halimiz nice olur! Ey sevgili aslında biz Seni öyle çok seviyoruz ki, sadece unutkanız affet bizi. Yâ Rab bize Habibine sımsıkılı sarılacağımız unutmayacağımız bir hayat nasip et. Her anımızı O'nunla doldur. (Amin). Ve Nahnü Nahbike Kesiran Kesira Yâ HabibAllah. Seni çok çok seviyoruz ey Allah'ın habibi sevgilisi. Sadece Seni çok seviyoruz. Anamızdan babamızdan canımızdan önce Seni seviyoruz Ey Sevgili... Esselamualeykum ve Rahmetullahi ve Berekatuh ey kutlu gece. 



Merhaba sevgili okurlarımız. Aslında bu postu çok daha önce hazırlayacaktık ama nasip bu vakteymiş zaman gelmeyince hiçbir şey olmuyor. Bu kutlu gece için bir çok blog arkadaşımız hissettiklerini anlattılar bloglarında. Bende elimden geldiğince bir şeyler demeye çalıştım ama ne haddime O'na olan sevgileri dile getirmek. Bu yüzden O'na yazılan şiirlerden küçük bir derleme yaptım bu geceye özel. Umarım beğenirsiniz. Beğenilmeyecek şiirler değiller zaten. Bu şiirlerin, naatların yanında bizim sözlerimiz emeklemek sadece samimi bir şekilde dile getirilmiş bir kaç kelime...
Biz bu gece istedik ki O'nun adına bir okurumuza güzel bir hediye verelim. Ve düşündük ki O'nun ve Sevgilisinin kelâmından daha güzel bir hediye olmaz. Küçük bir isteğimiz var ama. Biz hislerimizi paylaştık sizlerle. Sizler de O'na dair, Allah'ın habibine dair hislerinizi bizlerle paylaşırsanız hepimiz faydalanmış oluruz bu muhabbetten. "Sen olmasaydın alemleri yaratmazdım." diyen Rabbimin "En Sevgilisi" için yazalım mı sevgili dostlar? Yüce Rabb’imin  En Sevdiğine sunalım bütün sevgimizi, hürmetimizi, hasretimizi.



Bu gül fecrinde, bir diken olsam, kanatsam zavallı yüreğimi! Buhur-u Meryem kokan dualarla, Davut’un  diliyle, Yusuf’un hüsnüyle, bir yaralı bülbül olsam ‘En Sevgili’ için figan eyleyen! Yüreğim kandilin burcunda  nurani bir şavkın içinde raks etsin. Arzdan arşa her şey biliyor En Sevgilinin kadrini kıymetini. Ben de bilmeliyim, bilmeyen gönülden kime ne fayda? Bilmeyen, tanımayan, ‘En Sevgili’ için çarpmayan gönlü neyleyim? Neyleyim aşkı bilmeyen, aşkınlığı bilmeyen yüreği?
İşte bunun için, tanımak için 'En Sevgili'yi, bu kitap da bir yorumcumuza bizden hediye olacak inşallah.


Bizim gönül-rahımızda bu gece böyle işte sevgili okurlar. Sizin dil-i mecruhunuz için bir kaç kelimeyle bize O'nu anlatırsanız hem bildiğimiz güzellikleri paylaşırız, hemde en güzel şekilde O'nu anarız. Rabbim diyor ya " Muhakkak ki Allah ve Melâikesi Peygambere hep salât ile tekrim ederler, ey o bütün iyman edenler! haydin ona teslimiyyetle salât-ü selâm getirin" Elbetteki O'nu ancak en güzel şekilde Rabbimiz anar. Ama biz kullardan da anmamızı ister. Haydi sevgili okurlar hep beraber bu bir hafta O'nu anmaya. Bir haftanın sonunda yorum yazan bir kardeşimize kurayla yukarıda illâ ile beraber seçtiğimiz hediyelerimizi bir kardeşimize yollayacağız Rabbim'in izniyle. Son sözü de bir dörtlükle yapalım inşaAllah... 

Keşke hep aşkınla oturup aşkınla kalksam,
Rûhlar gibi yükselip de ufkunda dolaşsam;
Bir yolunu bulup gönlünden içeri aksam..
Keşke hep aşkınla oturup aşkınla kalksam.(s.a.v)



En Güzele emanetsiniz. Dualarınızda bu gece de bizide unutmayın nolur. Herkes kadar bizimde siz kardeşlerimizin duasına öyle ihtiyacımız var ki O'na kavuşmak yolunda... Dua ve muhabbetle.


Önemli Duyuru: Bu etkinliği başlatırken kesinlikle reklam amaçlı olmamasını istemiştik ve bu sebeple de birçok hediye etkinliğinde olduğu gibi izleyici olup blogda duyurma şartını eklememiştik. Şimdi ise katılımın yeterli olmamasından dolayı, yeterli kişiye ulaşmadığını düşünüp, izleyici olup blogda duyurma şartını getirmek durumunda kaldık ve süreyi de uzatma kararı aldık. (Eğer blogunuz yoksa; izleyici olup, yorumunuza iletişim için mail adresinizi eklemeniz yeterli.) 
Umarım anlayışla karşılarsınız. Amacımız yalnızca O'na ve habibine duyulan sevgiyi paylaşmak ve böylelikle çoğaltmak bir anlamda. 
Selâm ve dua ile...

|
3

Sırların..

Yazar: i can... but i won't on 01:30 in

Sırların gönülde kalırsa, muradın çabuk gerçekleşir.Tohum toprağa gizlenirse yeşerir.

Hz. Mevlâna

Sır demişken, Ahmet Alemdar'ın kaleme aldığı, Semerkand dergisi vesilesiyle okuduğum ve beni oldukça etkileyen yazısını paylaşmak istiyorum. Aynadaki Sır adlı bu yazı beni derinden etkiledi.. Etkiledi çünkü, kendimden bir şeyler hatta çok şey buldum :) Yazının başında bahsedilen, ayna olmanın özelliklerini kazanabilen 'sırdaş iki kişi'nin varlığı ile başlayan Sonsuzluk Yolu'nda sevgili dostum, aynam dediğim sevgili lâ ile ilerlemeyi, hep dediğimiz gibi, el ele emin adımlarla ilerlemeyi nasip etsin güzel Rabbim.

Ayna arayan bir dost idim... Ötelere açılan bir yol olacak. Ötelere, Rahman'a, Mirac'a götürecek bir ayna... Kendini görmek, ötelere gitmek için bir ayna bulmak... Gözler kendini görmekten aciz değil midir?

Ve, En Güzel olana arz-ı hâlimiz ulaşmış ki, bir Ramazan günü erdirdi bizi visâle, çok şükür.
Yine fazla uzatmadan esas paylaşmak istediğim yazıya geçeyim. Bitmiyor, yazının sonrasında dinlerken aklıma hep Sen geliyorsun dediğim, Yansımalar'dan bir esinti gelecek sevgili dost :)


Sonsuzluk yolu, ayna olmanın özelliklerini kazanabilen sırdaş iki kişinin varlığı ile başlayabilir. Yoksa, bir şeyden haberi olmayanlarla sürekli oturup kalktık mı, bu yolu yitirdik demektir.

Ayna nedir? Saydam bir camın arkasındaki “sır” denilen ve çok ince metal bir tabakanın sürülmesinden elde edilen bir âlet. Sır, bazı nesnelere parlaklık verir, onları dış etkilerden korur, sızmalarını önler. Türkçemizde, küp parlaklığını yitirdirdiğinde , “küpün sırrı dökülmüş” deriz. Peki, aynanın sırrı dökülmüş ise, kendimizi aynada seyredebilir miyiz? Sır olmazsa, ayna olur mu? Ayna olmazsa, kendimiz olur muyuz?

Bugün pek çok kişi aynaya maddi anlamda güzel görünmek için bakıyor olsa da, kendi manevi güzelliklerini, derinliklerini görebilmek için aynaya bakmak insanı heyecanlandırır. İnsana kendisini ve insan olanı gösteren aynadaki sır, herkese söylenemeyen şeydir; gizli bir hakikattir. Bu hakikat, müşâhedetullahın mahalli olan kalpteki lâtife olarak yer alır.

Bir işin, bir şeyin dikkat, yetenek, tecrübe ve sezgi yardımıyla kavranabilen en zor, en ince yanını anlatmak için de sır kavramını kullanırız. “Mânâ itibariyle mevcut olan var-yok arası kapalılık” (el-Luma, 431) ile uğraşan, yani ilmin hakikati ve hâlin ma'rifeti üzerine yoğunlaşan insan, sırra erebilir. Sırra ermek deyimi, gizli tutulan veya sır durumunda olan bir şeyi anlamak ve kavramaktır.

Bir veliye tevhid nedir diye sorulmuş. Verdiği cevap çok mânidardır : “İki ayna arasında bir elmadır.” Berbere gittiğinizde kaç tane siz varsınız? İki ayna arasındaki cisim sonsuza çıkar; ama bir tanedir. Taşkın Tuna'nın “Bir Elma İki Ayna” isimli eserinin ilham kaynağı olan bu cümleyi derinlemesine tahlil etmeliyiz ki, aynanın rolünü kavrayabilelim. Sonsuzluk yolu, ayna olmanın özelliklerini kazanabilen sırdaş iki kişinin varlığı ile başlayabilir. Yoksa, bir şeyden haberi olmayanlarla sürekli oturup kalktık mı, bu yolu yitirdik demektir:

Ehil olmayanlarla bir soluk bile eğleşme
Aynayı suya attın mı, paslanır elbet.

İnsan için ten mi aynadır yoksa can mı? Cevabını Mesnevi-i Şerif'in ilk beyitlerinden verelim:

Ten canın aynasıdır, can tenin
Lâkin olmaz can gözü her kimsenin.

Bu sorunun cevabını farklı bir açıdan da anlamak için yeni bir soru da sorabiliriz: Mecnun mu Leylâ idi yoksa Leylâ mı Mecnun?

Sırra eren sırrî , tam anlamıyla bir sûfîdir . Kendisi de sır olan kişi, artık bir sır küpüdür. Birçok sırları bildiği halde hiçbirini açığa vurmamaktadır. Kendisine lütfedilen sırrı fâş ederse, aynasının arkasındaki tabaka dökülmeye başlayacak ve camdan kendisini değil hep başkalarını görecektir. Sırrı fâş edene, yeni sırlar verilir mi? Atasözümüzde ne güzel ifade edilmiştir: “Söyleme sırrını dostuna, onun da dostu vardır, o da söyler dostuna.”

Şairin tenbihi de bu atasözümüzü destekler:

Sırrını kimseye fâş etme sırrın fâş olur.
Sen kendi sırrını saklayamazsan, el sana nasıl sırdâş olur.

İmam Şâfî rh.a., “Sırrını saklamasını bilen, işinin hâkimi olur.” der. Çünkü ser verip sır vermeyen, serverdir. “Sır etmek” deyiminde işaret edilen anlam, bir şeyin kapanması, gizli olanın söylenmemesidir.

Kur'an-ı Kerim, sırlarla dolu bir sır kitabıdır. Kur'an'la sırdaş olabilenler, ondaki anlam derinliklerini de keşfedebilirler. Hadis-i şerifler sırlar deryasıdır. Hiçbir sırrı olmayan insan, bu yüce ve ilâhî kaynaklardan hangi sırrı anlayabilir ki! Allah katında değeri olan insanların yazdıkları da sırlarla bezenmiştir. Bu sırların şifrelerini nasıl çözeceğiz?

Muhammed İkbâl'in Yeni Gülşen-i Râz isimli “vahdet”i anlatan muhteş em eserini Türkçe 'ye kazandıran Ali Nihad Tarlan, bu eser için “sır güllerinin açtığı bahçe” demiştir. Böyle bir bahçede, güllerin etrafında, onların kokularıyla mest olarak dolaşmayı kim istemez ki!

Ancak sır güllerinin açtığı, bu güllerin rayihalarıyla cennet bahçesi haline geldiği böyle bir mekâna girebilmek, bu güllerin sırlarıyla sırdaş olmaya bağlıdır. Çünkü şairin mısralarında ifade ettiği gibi, her gonca başlı başına bir sırdır:

Bu bahçede açılan her gonca
Sırlar açıyor yerden gökten.

İbn Arabî'nin Füsûsu'l-Hikem isimli eserinde belirttiği üzere, “her mevcûdun ezelde bir ayn sabitesi vardır. Mevcut, bu ayn-ı sâbitenin gerektirdiği biçimde dış âlemde gerçekleşir. Neyin neyi gerektirdiğini sadece Allah bilir.” Dolayısıyla her varlık bir sırdır. Sır olduğunu bilen; sırlanan ve sırlarıyla ayna olabilen bir varlık, hem Hakikat'in aşkıyla yanar, kavrulur, hem de O'nun rengine bürünür:

Gerçek aşkına yandı ânın
Cümle boyandı rengine ânın.

Her şeyi ayakta tutan şey “Sır”dır. Sırrı ortadan kaldırabilirseniz, o her şey hiçbir şey olur. Hasbi olmak için “sır”lanmalıyız. Çünkü nefs çok kaygan bir zemindedir. Yaptığımız ibadetler, iyilikler, güzellikler kalpte kalmayabilir. Bunun sonucunda da kendisi de bir “sır” olan ve/veya bir “sır” mekânı olan kalbimiz bir ayna haline dönüşemeyebilir. “Sır”larımız kalpte kalmalı ki ayna haline gelebilsin.

Sırrını keşfeden, sırrını saklayabilen ve sır tutabilen ve böylece âlemde âdem olmayı başarabilen insan, yine İbn Arabî'nin kitabına ad olduğu üzere, “Mir'atü'l-İrfan” yani İrfan Aynası'dır. Bu aynaya bakanlar, kendilerini tanıma imkanına kavuşabilirler ve aynalar onlara yeni bir yol lutfedebilirler .

Veya Necip Fazıl'ın şiirinde yer aldığı gibi, bazen bu aynalar insanın yolunu da kesebilirler. Çünkü kendisine bakan için aynanın gerçekçi bir yönü vardır. Mevlânâ Hazretleri'nin Mesnevî'sinde anlatıldığı üzere, adamın biri yolda bir ayna bulur. Çirkindir, aynaya bakınca kendini görür ve çok çirkin olduğunu anlar. Sonunda aynayı tekrar yere atar ve şöyle der: “Boşuna değil, sahibin seni atmış, terketmiş.” Mustafa Kutlu, “Sır” isimli hikâye kitabında bu sırrın serüveninden mi bahsetmektedir?

Gönül aynasından ufku seyredebilen yani sır ve hikmetleri bilen zâtı nasıl bulacağız? “Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır” diyen S. Karakoç gibi, bu zâttan bir anahtar da kendimize nasıl talep edebileceğiz? Aynasını arayan bir dost olarak yollara nasıl döküleceğiz?

Ayna arayan bir dost... Arıyor, arıyor da, aynadan istedikleri o kadar çok ki... Sanki hayatı, hayatını, daha ötesi hayatını şekillendirmesini istiyor ondan. Belki bununla da kalmayıp ötelere açılan bir yol istiyor ondan. Ötelere, Rahman'a, Mirac'a götürecek bir ayna... Kendini görmek, ötelere gitmek için bir ayna bulmak... Gözler kendini görmekten aciz değil midir? Bu dost, aynada kendini, sağı sol, solu sağ misali görmek; madem gösterecekse gerçeği, gerçeğini görmek istiyor...

N. Şahinler, “Aynasını Arayan Adam” isimli eserinde yer alan manzum dizelerinde, kendisini ne eksik ne fazla yansıtacak, kusurlarını merhametiyle setredecek, umutsuz gecelerine muştular sunacak, yaratılışının inceliklerini kendisine gösterecek, özünü onun özünde ve yüzünde seyredecek, sırrını aşikâr kılacak, kibrit-i ahmer gibi bakırı altına dönüştürecek, her dem taze kalacak, paslanmayacak, tozlanmayacak bir ayna aramaktadır. Bu aynadır ki kendisini arayanlara Mirac'ın yolunu yansıtacak olan... Filibeli Ahmed Hilmi'nin, hayalin derinliklerinde yapılan bir yolculuğu anlattığı “A'mâk-ı Hayâl ” isimli eserinde merkezî konumda yer alan ve kırk elli kadar ayna parçasından süslenmiş yeşil bir takkesi olan “Aynalı Baba” işte böyle birisidir.

Kuşeyrî Risâlesi'nde geçtiği üzere sır, “Ruh gibi insan bedenine tevdî edilen bir lâtifedir. Kalb , ruh ve sır sıralamasında sır, ruhtan sonra gelir ve ondan daha lâtiftir. Kalp marifet, ruh mahabbet, sır temâşâ mahallidir.”

Mevlânâ Dergâhı'nda yer alan “hologram aynası”nın altında semâ edebilen zâtlar, bu aynanın sır dolu yapısıyla acaba hangi makamları temâşâ etmektedirler?

Sırr-ı tecelliyâta ulaşanlara yani Cenab-ı Allah'ın “İnsan benim sırrım, ben insanın sırrıyım.” şeklinde buyurduğu sırra erenlere selam olsun!

Sır olmak üzere, sırra kadem basabilen ve sırrın sırrına erebilen sır dostlarına selam olsun!



Bu eserin adı her ne kadar 'Mavinin Yankısı' olarak bilinse de, bir diğer adı ve benim de çok sevdiğim, "Özlenen.." Belki bu yüzden dinlerken hep seni anmam, sevgili dost. Bir gün bu yankıyı sana kendi nefesimle dinletmek isterim, sen de Nûr ile eşlik edersin, ne dersin :) Mavinin yankısı insanı içine çekip bambaşka mekânlara götürüyor galiba. Özlenen her kimse onun yanı başında oluveriyorsun bir nefeste...

|
1

Bir Film Tanıtımı ve Unuttuklarımız

Yazar: on 00:56 in ,







Fotoğraflarda görüldüğü üzere ilk filmimiz Kurtlar Vadisi Filistin. Öncelikle film hakkında küçük bir bilgilendirme yazısı var onu alıntılayalım.

"Gazze’ye insani yardım malzemeleri götürmeye çalışan gemilere yapılan kanlı baskın üzerine Polat Alemdar ve arkadaşları Filistin’e gitmiştir. Yapılacaklar bellidir: Bu baskının askeri planlayıcısı ve yürütücüsü olan İsrailli komutan ele geçirilmelidir.
Filistinlilerle kurulan ilk temaslar sayesinde hedefine adım adım yaklaşmaya çalışan Polat Alemdar’ı bazı sürprizler beklemektedir. Hedeflerindeki kişi olan Moşe Ben Eliezer’in kural tanımaz gaddarlığı ve teknolojik imkânları işleri zorlaştırmaktadır. Polat, Moşe’ye ulaşmaya çalışırken, Filistin’de masum insanların nasıl öldürüldüklerini görür. Moşe, köyleri yıkmakta, çocukları öldürmekte ve Polat’a yardım eden herkesi hapse atmaktadır.
Ancak teknolojik imkânlar ve kural tanımazlık, Moşe’yi kurtarmaya yetmeyecektir."

Film aslında bu kadar kısa bir yazıyla anlatılmazdı. Ancak izlemek gerektiği için özet babında bu yazıyı film yapımcıları yayınlamışlar. Öncelikle film hakkında bir değerlendirme yapacak olursam kendi adıma zaten bir Kurtlar Vadisi hayranı olduğum için yanlı bir yorum olacak ama tek kelime ile harikaydı. Tabiki kurgu büyük oranda işin içindeydi. Bu yüzden gerçekler ne kadar yansıtılabildi bilemiyoruz ama haberlerde izlediklerimiz birebir önümüzdeydi. Bunun dışında işin içinde Polat Alemdar, Memati Baş ve Abdülhey Çoban olunca tabi kimsenin kurtuluş şansı yok (: Keşke her şey o kadar kolay olsa filmlerdeki gibi kötülerin cezası kolayca verilebilse. Tabi bu olmuyorsa ümit kesilmez, dua edilir. Rabbim onların cezalarını elbette verecektir ama işte gönül orda müslüman kardeşinin çektiği acıları görünce lanet etmemek için kendini zor tutuyor. Ama Fahr-i Kainat s.a.v dahi lanet etmemişse bize lanet etmek yakışmaz. Biliriz ki Rabbimizin adaletinden sual olunmaz ve adalet yerini bulur burda yada ahirette. Tesellimiz büyük yani dostlar.

 Film Mavi Marmara baskını ile başlıyor. Güncel ve yakında olmuş, üstelik haklı olduğumuz halde haksız durumuna düşürüldüğümüz bu olayı Dünya basınına tekrar hatırlatması ve inatla haklı olduğumuzu göstermesi açısından önemli. Çünkü sesimizi ancak böyle yollarla duyurabiliriz. Ne kadar faydası olunur bilinmez ama yarası olmasaydı film Almanya'da yasaklanmazdı değil mi? Demek ki bir yerlere değmişiz harika!

Mavi Marmara'nın ardından Filistin topraklarında! İsrail askerlerinin canlarının istediği gibi davranışlarını insanların Doğu Kudüs'e giriş çıkışlarında nasıl davrandıklarını anlatarak devam ediyor. Az çok hepimizin bildiği gördüğü davranışlar Zulüm, Zulüm, Zulüm! Tabi buna karşı kahramanlarımız boş durmuyorlar =) ama film neticede bu. Bu olaylar yaşanırken halk tamamen tehlikede ama İsrail askeri birine mi kızdı bütün halka zulüm ateş her yöne çocuk kadın yaşlı ayrımı yok!

Bu olaylardan sonra 3 kahramanın Filistin de evinde kaldıkları Abdullah'ın mahallesine baskın yapılıyor. Baskında Filistin polisinin gösterilmesi ince düşünülmüş ve güzel yerleştirilmiş bir olay. Polisler mahalleye askerleri sokmak istemiyor ama başlarından oluyorlar yine!

Neymiş onlara vaad edilen topraklarmış istedikleri gibi girerlermiş. Kim vaad etmişse artık! Polat'ın Moşe'ye dediği çok güzel bir söz var alıntılamak istiyorum "Size kim neyi vaad etmiş bilmem ama ben sana bu toprakların altını vaad ediyorum" diyor. İnşaAllah Rabbimin izniyle Kudüs'ün Filistin'in ancak altı onlara yâr olacak!

Abdullah mühendis bir adam 6 kez evine ikinci katı çıkmış 6 kez evi yıkılmış. En sonda oğlu içerdeyken evi yıkıyorlar! Neymiş yasakmış!! Mavi Marmara neden baskın yedi gûyiya inşaat malzemeleri götürüyormuşuz. Götürsek ne be hey zalimler!

Ardından yine haksız yere hapse atılan Filistinlilerin hapishanedeki hallerinden görüntüler veriliyor. Çok çok özür dileyerek söylüyorum tuvalet ihtiyaçlarını bile karşılamaları için yer verilmemiş karanlıkta hep bir arada bir sürü insanı tutuyorlar. Yargı yok! Adalet yok!


Öyle zalimler ki ürettikleri mermileri durduk yere yoldan geçen adama sıkıyorlar denemek için! Öyle zalimler ki okula giden çocuklara ateş edip sakat bırakıyorlar. Öyle zalimlerki kendilerinden başka herkesi kendilerine düşman sanıyorlar.


Filmin devamında Polatın İsrail'in silah deposundan aldığı silahlar Filistinli gençlere dağıtılıyor ve Moşe mahalleyi basınca bir debdebe başlıyor. Ellerinde silah olduğu halde bir şey yapamıyorlar. Ne bilsinler onlar silah tutmayı ateş etmeyi! Taş atıyorlar tanklara, molotof kokteyl atıyorlar. Ellerinden gelen bu canları yanmasa bunu da yapmazlar ya can yakıyorlar!

Çocukları kucaklayıp götürüyorlar. Belki de devşiriyorlar. Belki de öldürüyorlar. Arap nüfusunun sürekli artması canlarını sıkıyor. Büyük İsrail Ütopyalarını gerçekleştirmek istiyorlar bu yüzden!

Filmin Yahudi karşıtı olmaması olayı ise yanlarındaki 4. şahıs kızın Amerikalı bir Yahudi olmasından ve bu kızın üzerinden filmde verdikleri mesajda saklı. Gerçekten diyorlarki, ki bizde bunu diyoruz bu zulme karşı olan bütün Yahudlara da bizim kapımız açık. Ki bu kızda soyu çok mühim olan bir Yahudi ailesine mensup ve Filistin halkını çok güzel savunuyor. Tabi bunu anlayana anlatmak lazım Almanya gibilerine değil!

Filmin duvar yazılarına inanılmaz özenilmiş. Sahneler çok hızlı gittiği için pek takip etmek mümkün olmuyor. 2. kez izlediğimde ancak bi kaç parça yakalayabildim. Bunlardan en çok dikkatimi çeken bir insan boyunca nerdeyse kocaman harflerle Arapça Fetih yazmışlardı. Bunun dışında genellikle Freedom, No War gibi yazılar vardı. Arapça bilen biri daha iyi okuyabilir o yazıları mutlaka.

Bunun dışında yine en etkili sahnelerden biride Arap bir şeyhin dergahında çektiği zikirde, zikire geçiş sahnesi ansızın gereksiz gibi duruyo aslında. Ama yine ikinci sefer izleyişimde farkettim. Abdullahın oğlu öldüğünde, ölümle ilgili bir ayet okunuyor ve zikire geçiliyor. Zikirde okunan ilahi Arapça ve Allahın isimleri anılıyor. Bunun dışında özellikle Hz, İsa, Musa, Yahya ve Nuh a.s. ın isimleri geçiyor. Yani kardeşlik mesajları veriliyor.

Yine ayrıntı olarak dikkatimi çeken ve hoşuma giden bir sahne de Filistinli bir gencin babasının ölüsünün yanı başından kalkıp bir İsrail asker arabasına gidip yakıt deposunu tşörtüyle tutuşturup patlatmasıydı. O an işte dedim Filistin'e böyle insanlar lazım. Ölen ölmüş zaten acı büyük ama ölüm kendisine gelmeden savaşa gitmek!

Son yazdığım kısımlar ancak filmi 2. izleyişimde farkettiğim ayrıntılar. Ki gerçekten çok büyük ayrıntılar varmış ama insan ilk izleyişinde filmin büyüsünden pek anlayamıyor.

Düşünülmüş, mukayese edilmiş, geçmişte olan olaylar takip edilmiş araştırılmış ve film kayda alınmış. Gerçekten tebrik etmek gerek! Bunları  söylemek gereği duydum çünkü filmi izleyen ve eleştiren bazı aile mesuplarım bekledikleri gibi olmadığını konunun çok derinlemesine anlatılmadığını söylediler. Bende onlara "2 saate yıllarca süren bir zulmü sığdıracaksanız ancak zulmün en ağırlarını seçersiniz ve bunları anlatırsınız." dedim. Gerçekten filmdeki anlatılan her şey seçilerek alıntılanmış. Her şeyden öte iyi ya da kötü abartılmış ya da az anlatılmış ne olursa olsun haberlerde görmediğimiz sürece Filistin'e olanlar kimin aklına gelipte dua ediyor. Biz müslümanlar tek yürek olup dualarımızda onları anmazsak, nasıl bekleriz onların feraha ermelerini. Gece yarıları hangimizin uykusu bölündü benim kardeşim orada ölüyor diye. İllâki öz kardeşimiz mi olmalı ölen onlarda bize can değil mi? Onların da hakkı yok mu üzerimizde. Öyle çok hakları var ki hemde yarın mahşerde sormayacaklar mı bize neden dua etmediniz diye. O masumların haklarını nasıl ödeyeceğiz sevgili dostlar. Ben burda hangi yemeği yesem, hangi filme gitsem, hangi ayakkabıyı giysem diye düşünürken. Onlar bir daha yemek yiyip yiyemeyeceklerini, bir kurşunla sakat kalıp kalmaycaklarını düşünüyorlar. Bedava nesef alıyoruz yâ Rab çok şükür. Şimdi sorsalar vatan için Din-i Mübin-i İslam için kim savaşmaz ki! Bizim gâzâmız da dua sevgili okurlar. Dua edelim ne olur! Ben kendi adıma filme gidene kadar dünya debdebesinden aklıma dahi gelmiyordu dua etmek şimdi hiç değilse bir kalbimde dua ediyorum can kardeşlerim için. Arap bir şeyh televizyonda Kudüs'le ilgili konuşurken diyordu ki Haremeyn-i Şerifeyn yani Mekke ve Medine'ye savaş açsa düşmanlar kim yerinde durur değil mi? Yola çıkmanın hayırlı kılındığı sadece seyehat edilerek o mescidlere gidilmesi helal kılınan üç Mescidden biri tehlikede, ilk Kabe'miz bizim Mescid-i Aksa şimdi biz onu nasıl Yahud'un eline bırakırız! Kâbe neyse Mescid-i Nebî neyse Mescid-i Aksa'da bizim için odur! Bunu kendimize rehber edelim inşaAllah.

Elimden geldiğince izlemeyenleri düşünerek filmi özetlemeye, çok anlatmamaya çalıştım. Ama olanların bir kısmını zaten az çok bildiğimiz için bana kızmazsınız umarım. Sözleri ne kadar toparlayabildim, ne kadar anlatabildim bilmiyorum. İnsanın gördükleri, hatırladıkları karşısında sözleri tutuluyor. Hep ağır düküldü galiba kelimelerim, dilimin kemiği kırıldı.Ne diyeceğimi bilemiyorum açıkçası yazıyı yazarken inanılmaz bir halet-i ruhiye içine girdim. Söylediklerimi tekrar okuyup kontrol dahi edemedim.

Yazıya başlarken aslında iki film tanıtımı yapacaktım. Ancak biri bile şuan beni dağıtmış durumda. Diğer film de "Hür Adam"dı. Bir Allah dostunun hayatından bugüne ışık tutan halleri anlatacaktım. İnşaAllah bir başka postta bundan da mutlaka bahsedeceğim. Unuttuklarımız dedim yine başlıkta biz insanoğulları unutkanız ölümü dahi unuturuz. Unuttuklarımı hatırladım ben bu film ile, unuttuklarımızı yazmaya çalıştım. Bir şeyler hatırlatabildiysem sevgili okurlar yazı amacına ulaşmış demektir. Unutmadan (bir postu hazırlarken bile yazacaklarımı unutabiliyorum işte unutkanlık son safha!) üstteki tüm fotoğraflar ve alıntıları kurtlarvadisifilistin.com adresinden aldım resimleri özellikler gerçeği yansıtan sahnelerden seçtim. Resimlerin devamı için adresten bakabilirsiniz. Sanata ve emeğe sonsuz saygım var bu yüzden özellikle resimlere yazdım ve burada belirttim.

Postu bitirmeden önce kısaca Mavi Marmara'da şehit olanlar için İHH tarafından yeni bir projeye adım atılmış "9 şehide 9 eser" bundan bahsetmek istiyorum. Yanda bannerda zaten anlatıyor her şeyi ama bende konu gelmişken bahsetmeden geçmek istemiyorum. Öncelikle Rabbim hedeflerinde muvaffak etsin inşaAllah. Daha önce Rotamız Pakistan adlı yazımda bahsetmiştim infak etmekten. Efendimiz ve Çihar-i Yari Güzin efendilerimiz nasıl infak ettilerse bize de infak etmek yakışır. Onlar kadar olamasakta olmaya çalışmalıyız. Yarın yaşar mıyız belli değil kefenimizi elbette biri hazırlar o zaman biz bugün elimizden geleni yapalım onlar için. Mavi Marmara'yı unutturmamalıyız sevgili okurlar. Bu sefer yardım etmek daha kolay online bağış pek güvenli gelmiyor bazen. Bu yüzden sms yoluyla yardım şansımız var bir 5 TL de eğer gücünüz varsa bu yazıdan sonra siz yollayın. Bir kazakta az giysek, bir yemektende geri kalsak ölmeyiz değil mi? Rabbim hayırlarınızı hayır etsin ve kesenize daha çok bereket versin inşaAllah. 5 gitsin 50 gelsin inşaAllah.

Umarım samimiyetimi yansıtabilmişimdir. Çünkü amacım ne bir filmi övmek ne de bir devleti kötülemek. Olanı gördüğümü anlatmaktı. Ömer Döngeloğlu hocanın geçen programında ailemle gideceğim inşaAllah sizde gidin diye tavsiye ettiği iki filmdi filmler. Hani amaç hatırlamak bu yüzden filme gerçekten gidin nasîp olursa. Yine ben (lâ) tekrar söylüyorum bu yazımda da söylediğim her şey önce kendi nefsime kendi adımadır. Hakkınızı helâl edin nolur. 

Can kardeşlerimize dua ile inşaAllah...


Dipnot: Yazıyı yayınlamamanın üzerinden 24 saat geçmeden İsrail'in dün gece Filistin ilaç deposunu vurduğu haberini okudum. Haberi paylaşmak istiyorum.
İsrail, geçtiğimiz gece Gazze’ye yönelik yeni bir hava saldırısı gerçekleştirdi. Saldırıların hedefinde ise Sağlık Bakanlığı’na bağlı bir ilaç deposu vardı. Saldırılar sonucunda ilaç deposunda bulunan ilaçlar kullanılamaz hale geldi. Depodaki ilaçların büyük bir kısmını uluslararası sularda saldırıya uğrayan Mavi Marmara gemisi ile Gazze’ye götürülen ilaçlar oluşturuyordu.




Yorumsuz kaldım ben. Günlerdir bu postu hazırlıyordum. Dün gece kesinlikle yayınlamayım dedim. Nasıl bir geceye denk geldi böyle. Bütün gece aklıma her geldiğinde dua etmiştim. Dualar asla geri çevrilmez. Elbette Rabbim bir selamet verecek can kardeşlerimize inşaAllah.

Haberin devamına ve fotoğraflara buradan ulaşabilirsiniz...

|
7

Eyvallah’ın Manasını Gerçek Anlamıyla Düşündünüz Mü?

Yazar: i can... but i won't on 17:53 in

Tasavvufî kültürün en latif tabirlerinden biri olan “eyvallah”, çoğu kimseler tarafından yerli yersiz, gelişigüzel kullanılmasına rağmen yine de işitildiğinde veya söylenildiğinde ruhlara serinlik ve rahatlama bahşeden tılsımlı bir söz.

Mânevî terbiyeyi insanî hayatta nakış nakış işleyen ve inceleyen tasavvuf, bu hassasiyeti konuşma üslûbunda da göstermiştir.

Eyvallah, üç ayrı kelimeden oluşan Arapça bir cümle. “Ey” veya ‘-iy’, ‘evet, tabii’ gibi anlamlara gelir. Bilhassa vav’la beraber kullanıldığında dilimizdeki ifadesiyle ‘aynen öyle, tastamam’ gibi manaları içine almaktadır. ‘Tamam, peki’ manasına pratik Arapça’da halihazırda ‘eyva’ şeklinde söylenişine halkımız aşinadır. Bazen ayvaa olarak müstehzi bir edayla fevkalade kötü taklitlerini de duyduğumuz bu kelam esasında Allah lafzı düşünülerek bizdeki eyvallah’ın Araplardaki söyleme tarzıdır.

“Ve” harfine gelince. Sadece dilbilgisi açısından incelendiğinde en az on iki ayrı işlevi olan bu harfi, kültürel boyutuyla ciltlerle kitapla ifade etmek mümkün.
Bu tabirde geçen “vav” için çeşitli fikirler öne sürülmüş. Bazıları cevabı kuvvetlendirmek için, bazıları da yemin manası için kullanıldığını öne sürmüşlerse de maiyyet yani beraberlik bildirmek için kullanıldığı fikri ağır basmıştır.

İkinci kelime olan “Allah” ki daha çok lafzatullah şeklinde ifade edilir. Cenab-ı Hakk’ın yüzlerce ismi olmasına rağmen Allah ismi gibisi yoktur. Çünkü ‘Zât-ı Ehadiyyet’in kendisini tesmiye ettiği isimdir. Öyle bir zat ismi ki, semavî kitapta beyan edilen bu isim etimolojik olarak bile incelense, eşi benzeri olamayan bir kelime olarak kalmayıp, ayrıca ikiliği ve çoğulluğu kabul etmeyen bir yapıya sahiptir. Sadece içinde geçen lafzatullah bile eyvallah’ın alelade kullanılmamasına yeter bir sebeptir. Belki de gündelik Arapçada eyvaa olarak ifade edilmesi bundan kaynaklanıyordur.

“Eyvallah”ın yukarıda geçen manasıyla beraber tasavvuftaki ıstılâhî sahasını mülahaza edersek bu gerçek daha bariz bir hal alacaktır. ‘Hakla kabul ettik, haktandır’ manasını ihtiva ettiğinden eyvallah, sufîyyede hemen hemen her halde zikredilir, bir virddir adeta. “Her tecelli eden, mademki Cenab-ı Hakk’ın takdiri ve muradıyladır, o halde hakla kabul ettik, eyvallah. Şu anda anlayabildiğime, yahut sonra idrak edeceğim irfana şimdiden eyvallah. Güzel-çirkin diye tavsif ettiğimiz velakin hepsinde gizli ve aşikar olan hikmete gördüğüm görmediğim esrar-ı ilahiyeye eyvallah.”

“Eyvallah”ın ruhuna nüfuz edebilirsek içinde samimi bir tasdik havası barındığını fark edebiliriz. Samimi, içten kabulleniş ancak muhabbetle olur. Zaten din de bu muhabbetin tesiri içindir. Öteki türlü, inanç sistemini sadece bir dizi ameller olarak algılamak ki menzile yani o rızaya asla ulaştıramaz. İkilik de burada başlar, bu muhabbet olmazsa her muhatap kalınan emrinde o bir sen olmuş olur ki, kişi bu durumda ibadet ederken ikilikten kurtulamaz. Halbuki muhabbetle teslimiyet gerçek birliği sağlar. Eyvallah böyle bir halin nişanesidir. Bu mefhum ile alakalı Kitap’tan ve sünnetten pek çok örnek vardır.

Mesela Bakara Sûresi’nde anlatılan Hz. Mûsâ (as)’nın kıssasında; Hz. Mûsâ (as) kavmine Hz. ‘Allah’ın bir inek kes’ emri verdiğini söylediğinde onlar,
“Sen bizimle alay mı ediyorsun” diye karşılık verirler.
Mûsâ (as)’nın işin ciddi olduğunu belirtmesi de ikna olmalarına yetmez. “Bu ineği bize anlat, rengi nedir, neye benziyor, şöyle mi böyle mi?” gibi sorularla işi yapmamak için kırk dereden su getirirler.

Maide Sûresi’ndeki kıssaya göre ise önce Allah’tan doymak için rızk isterler, kendileri kudret helvası ve bıldırcın eti ile nimetlendirilmeleri ve bu mucize karşısında sayısız hamd ü sena edip Hak Teala’ya şükredecekleri yerde, ‘bu sofrada soğan, sarmısak yok’ diyerek onda bile kusur bulurlar. Anlaşılan ne emirlere karşı ne de nimetlere karşı eyvallah diyerek bir teslimiyet göstermezler. Zaten bu gibi hususlarda çok fazla itiraz etmelerinden dolayı Cenab-ı Hakk’ın Yahudi şeriatını çok ağır kıldığını söylemişlerdir.

Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadis-i şeriflerde geçen bu ve benzeri misaller tecellileri eyvallah ile kabullenemeyişin Mevlâ’sı ile kulu arasındaki muhabbet bağını nasıl kopma noktasına getirdiğini ibretle göstermektedir.

Dinî kaynaklarda ve kültürümüzde ahlâkî güzellikte numune teşkil edebilecek âbidevî şahsiyetlerin hep eyvallah’ın o tasdiki ruhuna ermeleriyle bu derecelere nail olduklarına işaret vardır.

İnsan birçok musibete ‘ben’ belasından, çekişmekten dolayı uğramaz mı?

Başka bir ifadeyle inayet-i Hak’la, halkla yaşamayı kendisine şiar edinerek eyvallah’ı vird edinen kolay kolay gaflete, hırsa, kavgaya düşer mi?

Adım adım benlikten kurtulmaya basamak olan eyvallah, hak suretinde bâtılın ayrılmasına vesile olduğu gibi, haktan ve hak ilminden ayrı düşmeye de lâzım bir virddir.

“Kişi böylesi bir hakikat rehberine erişirse, eyvallah’a iyi tutunmalı der” sofiler. Hz. Mûsâ (as)’nın Cenâb-ı Hızır ile olan arkadaşlığı bu mevzuya pek güzel misal teşkil eder.

Bir zata sormuşlar: “Her şeye eyvallah, peki gafilin gafletine de mi eyvallah?”

Cevaben, “Gaflete eyvallahımız yoktur; fakat gafil bir kimse gördüğünde, ‘Bu, benim halim de olabilirdi; ama Cenâb-ı Hak şu an beni muhafaza etti.’ diye tefekkür edersin. Ve ibretle eyvallah dersin.” demiş.

“Peki, yanlış olan şeyi nasıl düzelteceğiz?” diye sormuşlar. O zat devamla, “Kendi acizliğini hatırına getirerek karşısındakini ikna etmen daha kolay olur, sen kendi egonu aradan çıkarırsın, böylece sözünün tesiri olur.” diye cevaplamış. Cenâb-ı Pir Mevlânâ Celaleddin-i Rumi (kds)’nin oğlu Sultan Veled, şahane bir beytinde bu güzellikleri özetlemiş:

Bize ne irs-ı peder, ne servet ü ne cah kalmıştır,
Şuûr-ı hikmete karşı bir eyvallah ka
lmıştır”

(Bizlere babamızdan maddi bir miras, büyük bir servet ve makam kalmadı.
Bizlere kalan (bunlardan çok daha kıymetli, bizleri evvelkilerin mevkiine erdiren) Hakk’ın hikmet tecellilerini eyvallahla karşılama hali kalmıştır.)

Fatih Çıtlak


|
5

Göksel Baktagir ~ Naz

Yazar: i can... but i won't on 17:24 in
Değerli bir insanın tavsiyesi üzerine keşfettiğim ve dinlemeye doyamadığım eserlerden biri. Mest olacaksınız… :)




kendimizi bu güzel esere bırakıyor ve dinlerken kocaman bir fincan sütlü kahve içiyoruz :)

|
4

Hamd Olsun!

Yazar: i can... but i won't on 17:08 in

Ya Rabbî, Sana her ne için yalvardıysam, asla mahrum kalmadım.
| Meryem, 4

|
1

Kendimizi Düzeltelim

Yazar: i can... but i won't on 17:04 in

Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız yoldan sapan kimse size zarar veremez.
|
Maide, 105

|
2

Kalbi Temizler Ekolü

Yazar: i can... but i won't on 23:58 in
Umutrehberi'nde okuduğum bu yazı, uzunca zamandır etraftan bolca duyduğum ve bir o kadar da anlamsız gelen 'benim kalbim temiz' yani Kalbi Temizler Ekolü hakkındaki tüm hislerime tercüman oldu. Benim kalbim temiz, sorumluluklarının gayet bilincinde olan ama kalbinin temizliği (!) ile bunların üstünü örtebileceğine inanan insanların, sadece ama sadece vicdanlarını rahatlatmak ve tabiri caizse kendilerini aldatmak için sıklıkla kullandıkları içi boş bir cümledir.
"Ben insanlara hiç kötülük yapmıyorum, fakirlere arada sırada yardım da ediyorum, demek ki Allah'ın istediği ahlaktayım." demek, kendi kendini aldatmaktan başka bir şey değildir ne nedir? Çünkü Kur'an'a göre kalbin temiz olması demek, Allah'a yönelmiş ve O'na itaat etmiş olmak demektir. Allah'ın rızasını ve rahmetini kazanmanın yolu "iyi insan" olarak tanınmak değil, Allah'ın Kur'an'da tarif ettiği şekilde bir mümin olmaktır.
Sözü fazla uzatmadan yazıya geçmek istiyorum :)

Bazı kardeşlerimiz, kalp temizliğini sadece, insanlar hakkında bir kötülük düşünmemek, yahut yardımsever olmak gibi çok basit bir mânâda anlıyorlar.Bununla da kalmayıp, insanlara iyi davranmakla, Allah’a ibadet mükellefiyetinden kurtulduklarını zannediyorlar. Bu, şeytanın bir hilesi, nefsin bir oyunudur.

Bu kişiler namaz kılan, ibadet eden bir mü’minin günlük hayatında İslâm’ın ruhuna ters düşen ve diğer insanlara zarar veren bir takım noktalar tespit ediyorlar. Bunları öne sürüyor ve “Bu adam namaz kılıyor ama, şu hataları da işliyor, ben ise, onun düştüğü hatalara düşmüyorum. çünkü benim kalbim temiz!” diyerek kendi ibadetsizliklerine, onun kusurlarında bir özür kapısı bulmaya çalışıyorlar.


Bu tip yanlış değerlendirmeler sadece namaz kılmayanlara mahsus değil. Namaz kılan bir mü’min de İslâm’ın diğer emirlerini kendisinden daha iyi yerine getiren bir kardeşi hakkında benzer şeyler söyleyebiliyor. Hidayet rehberimiz, Peygamber Efendimiz’den (asm) bir Hadis-i Şerif: “İlk kez bir günah işlendiği zaman kalpte bir kara leke hâsıl olur. Eğer sahibi pişman olur tövbe, istiğfar ederse kalp yine parlar.” Bu Hadis-i Şerif’den temiz ve selim kalbin, ancak günahlardan salim olan ve isyanlarla kararmamış bir kalp olabileceğini öğreniyoruz.


Farzlar te’vil kaldırmaz. Onlarda yanlış yorum yapmaya ve hakikatı saptırmaya kimsenin hakkı yoktur. Allah emretmiş, Resulûllah (asm) da bu emrin nasıl yerine getirileceğini bir ömür boyu mü’minlere öğretmiş, tâlim etmiş. Asr-ı Saadeti takip eden bütün asırlarda bu emirler aynen tatbik edilmiş. Her taraf câmilerle, mescidlerle, medreselerle, tekkelerle dolup taşmış. Derken âhir zamana gelinmiş. Dünyaya dalma, dinden uzaklaşma, sefahatta boğulma, menfaat peşinde koşma devri gelip çatmış. İbadet terkedilmiş, ilim bir yana atılmış, irfandan uzaklaşılmış. Bu bozuk atmosferde, nasıl olmuşsa olmuş, yeni bir grup çıkmış ortaya: Kalbi Temizler Ekolü.


Bunlar ondört asrın bütün mü’minlerine ters bir caddede yürümeye başlamışlar. Bu ekolün mensupları, kendi haklarında, tevbe kapısını âdetâ kapamışlar. Ben senin kalbine nasıl bakayım? Kalp manevî olduğu gibi, onun hassaları, lâtifeleri de manevî. Bunlar tezahür olmadan, açığa vurulmadan nasıl bilinebilir!?


Karşınızda açlıktan inleyen bir zavallı. Ve yanıbaşında para küpü denecek kadar zengin biri. Niçin bu adama yardım etmiyorsun diyecek oluyorsunuz: “Yardım etmediğime bakma, benim kalbim şefkat dolu, merhamet dolu…” diye karşılık veriyor size. Şefkat ve merhamet, kalbe ait güzellikler. Ama onlar, fukaraya serilen sofrada, yahut verilen sadakada kendini gösterir.


Takva, kalbe ait bir başka güzellik, bir başka kemâl. O da, günahlardan uzak kalmakla ortaya çıkar, bilinir. İmanın da bir tezahürü vardır. Kişinin kalbindeki imanını diliyle de ifade etmesi gerekir. İman ancak böylece sahih olur. Dilden şehadet olarak dökülmeyen bir imanın varlığına nasıl hükmedilebilir? Kalbin, Allah’ın emirlerine karşı itaatkâr olması da bir başka güzelliktir. Bu güzelliğin tezahürü, belirtisi, nişanesi, ispatı ise ibadettir. Bir insan, namaz kıldığı halde nefsini yenememişse, işlerini Rabbinin emirlerine göre tanzim etmiyorsa, bu adam namazın hakikatına erememiştir. Ama o kul, bu hatasını namazı terkederek tedavi edecek değildir. Bunun yolu yine namazdan geçer.

Mizanda, zerre kadar iyilik de kötülük de tartılacak. Biz, “kalbimiz temiz” diyerek nefsimizi baş köşeye oturtup başkalarının günahlarına bakacağımıza, kendi noksanlarımızla ilgilensek ve onları tamamlamaya gayret göstersek o gün daha kârlı çıkarız. Biz o âlemde, başkalarının hatası nispetinde değil, kendi sevabımız miktarınca derece alacağız. Başkasının noksanlığı bizi yükseltmeyecek. Bu dünyada bile onun misâllerini yaşamıyor muyuz!?.. Bir meyveye elimiz erişmediği zaman, ayağımızın altına birşeyler koyuyor ve ona ulaşıyoruz. Yoksa, boyu bizden daha kısa olanlara bakmakla midemize birşeyler gitmiyor.


[NEV-NİYÂZ ve DEDESİ]


- Geçenlerde bir hâdise duydum. Hatta şahid olanları dinledim. Çok üzüldüm. Yedi ceddi şeyh olan bir aile Avrupa’da seyahat ve ikâmet ederlerken sanki eskiden zorla imân etmişlermiş gibi hem ibâdâtı hem tesettürü bırakıvermişler. Öyle kalsa gene bir derece. Bu yetmezmiş gibi tesettürlü Müslüman kardeşlerimizi de bağnazlık ve mürtecilikle (gericilik) itham eder, levmederlermiş (kınarlarmış). Din ve imân, içindeki hissiyâtmış, önemli olan kalbin pâk olması ev âleme sevgi ile nazarmış ?!

- Bak sen şu işe erenlerim… Bunlar yeni değil, bu sapık itikad evvelden de var idi. Ya hû kalpleri en iyi bilen kimdir? Hz. Allah (cc) O Hak Teala ki Kur’an-ı Kerim, Kelam-ı Kadîm’inde, Sure-i Mülk’te ne buyuruyor: “Her şeye, hiçbir şeyin ihâta edemeyeceği şekilde muktedir olan o Allah ki ölümü ve hayatı yarattı ki sizin hanginizin en iyi ameli (işi) var ortaya çıksın, âşikar olsun.” buyuruyor. O halde düşünmez mi ki bu ahmak insan, kalpleri en iyi bilen Allah Teala bile kuluna amel güzelliğini zâhir eylemesini emrederken kulları nasıl amellerindeki bozukluğu ile temiz kalbini arzetmeye kalkar. Küpün içinde ne varsa dışına o sızar. Bir devletin kanunu ihlal eden ve eşkıyalık yapan, ben devletime aşığım, vatanperverim dese devletin hakimi bu çürük mazereti suçun hafifletilmesi veya cezanın iptali için vesile kabul eder mi hiç?!


|
6

Urfa'lı Sabiha ve Sara

Yazar: on 21:42 in ,


Yolumuz düşmüşken memleketimize, hele de köylerimize
Dedik: gidelim tarlalardan nohut toplayalım.
Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik...
Vardık bir su kenarı, kavak ağaçları, uçsuz bucaksız tarlalar..
Köylü bu ekmeğini topraktan kazanır elbet..
Baktık tarlalara, doğal yaşama,
Geldik su başına..
Sabiha sırtında kardeşi bekler oralarda..
Çekmeye başladım kendisini, daha güzeli bulunamazdı..
Sordum sonra;
-Adın ne bakalım güzel kız?
-Benim mi? dedi, tedirgin ama meraklı..
-Evet dedim..
-Sabiha dedi.
-Kardeşin dedim
-Sara dedi... 
Sonra bir muhabbettir başladı.
Anlaşmak zordu, zayıf bir Türkçe.
Öğretmenini sordum, yaşını?
-3. sınıfa gidiyormuş.
Ama kardeşi sırtında!!!
Dedim: Kardeşine sen mi bakıyorsun?
-Yok annem götürüyor aslında ilerde oda dedi
Ama kim bilir!
Sohbet uzundu aslında ama görülenler daha uzun...
Urfa'dan göç, Yozgat'a gel, bir köye mevsimlik ırgat ol.
Gördüklerim yansıdı bir bir sözlerime, gözlerime..


Tefekkür etmek Rabbimizin bize verdiği en büyük nimetlerden biridir galiba. Şükürler olsun ki gördüklerimizi fikredip O'nun varlığına yorabiliyoruz. Gezmeye elbet memleketten başlamak gerekti. Gezdim, gördüm fotoğrafladım. Hep istemiştim ki tefekkür ettiklerimi paylaşayım ve okurlarımızla beraber fikredelim, beraber düşünüp, idrâk edelim. Şâyân-ı temâşâ (görülmeye değer) sergimizin ilki bu iki kız kardeş. Urfa'dan çıkıp Yozgat'a mevsimlik işçi olarak gelmişler Sabiha ve ailesi. Nasipleri sürüklemiş elbette ama gönül bu halleri görünce kıyamıyor. Rabbim inşaAllah onlara yardım etsin. Bu masumlar okuyup ailelerine bakabilecek hallere gelsinler. Amin...

|

Copyright © 2009 lâ-illâ All rights reserved. Theme by Laptop Geek. | Bloggerized by FalconHive.