Kapatın Gözlerinizi…
İçeride sizden başka yedi-sekiz kişi daha var. Bakışlarınız öne doğru düşmüş. Sanki bir siz varsınız, bir O. Başınızı kaldırıp etrafa bakmaya çekiniyorsunuz. Sessizlik müthiş. Siz hiç konuşmuyorsunuz; fakat kalbiniz hiç susmuyor. Bir yandan layık olamayışın mahcubiyeti ile kızarıyor yüzünüz. Bu bir lutuf.
Allah dostu girişte hemen sağda oturmuş. Sol kolunun altında biraz yüksekçe bir yastık var. Yastığın arka kısmında bir GÜL demeti. Sağ yanında gümüş bir şekerlik. Çayını yudumluyor. Sol işaret parmağını sol kaş ucuna dayamış. Görünüşte burada bu odada ama aslında başka bir yerde gibi. Yalnızca onun görebildiği bir şeyleri seyreder gibi…
Bir ara başınızı kaldırıp bakıyorsunuz. Kapının önünde pür-edep duran biri var. Bir ara ona bakıyor göz ucuyla. Anlıyor adam. Bu başka bir dil olmalı. Adam yaklaşıyor. Şekerlikten üç şeker alıp adamın avucuna bırakıyor. Bir şeyler söylüyor.
Şimdi sesini duyuyorsunuz aman Allah’ım… Sözler hacim kazanıyor dudaklarında. Bu kelimeler o an yaratıldı sanki. Hafifçe tebessüm ediyor. Bakışlarınızı kaçırıp sehpanın arkasına biraz daha saklanıyorsunuz şimdi. Daha önce tebessüm eden birini hiç görmemiş olduğunuzu düşünüyorsunuz. Okuduğunuz menkıbeler kalbinize hücum ediyor.
O elleri birbirine kenetliyor. Odaya ondan yayılan dalga dalga yayılan tevazu… Bakışlarını yerden kaldıramıyor gibi. Sanki mahcup bir ifade var yüzünde. Siz biraz daha saklanıyorsunuz yanınızdakinin arkasına doğru. Ne zamandır burada olduğunuzu düşünüyorsunuz. Bir cevabınız yok. Burada bu anda ruhunuzu teslim etmek istiyorsunuz. Edebin tevazunun tarifi ondan önce nasıl yapılıyordu acaba diye soruyor içiniz de bir ses.
Gözlerini kapatıyor birden. Sanki bir şeyler söyleyecek. Sol elini sağ avucunun içine alıyor. Kapıdaki adam bir tepside çay bırakıyor sağ yanına. Bakışları yerde hala. Bakışını kaldırıp tebessüm ediyor. Hoş geldiniz, diyor kainat o sözden ibaret kalıyor. Fısıltıyla hoş bulduk, demeye çalışıyorsunuz. Ama dudaklarınız sizi dinlemiyor. Ne dediğinizi nasıl dediğinizi bilmiyorsunuz. O’nun elleri kenetli hala. Parmaklarına takılıyor gözünüz. Dikkatinizi toplamaya çalışıyorsunuz. Söylediği hiçbir şeyi unutmamalıyım diyorsunuz. O sohbete devam ediyor. Bundan önce söylediklerini düşünüyorsunuz sahi ne demişti? Aklınızda hiçbir şey yok. Vazgeçiyorsunuz hatırlamaya çalışmaktan. Orada olmanın hazzına bırakıyorsunuz kendinizi.
O anlatmaya devam ediyor niyetten bahsediyor. Söz veriyorsunuz kendinize. Her sabah evden çıkarken…nasıldı o cümle? Hatırlamaya çalışıyorsunuz kalbiniz susmuyor. Ellerini arkadan bağlamış bir adam geldi diyor. Mahşeri düşünüyorsunuz. Onu çıkartıp asfalta koydu… Ağlamaklı oluyorsunuz birden kalbinizi bildiğini biliyorsunuz kalbiniz bunu bilmiyor. Mahşerde nasıl tanıyacak bizi diyor.
Sus diyorsunuz içinize susmuyor. O çayından bir yudum daha alıyor. Kalbinizdeki o ses bağırmaya devam ediyor. Milyarlarca insanın içinde bizi nasıl bulacak? Bir kutuyu tarif ediyor o sıra. Yüzünüz kızarıyor. Halının altına girmek istiyorsunuz. Başınız omuzlarınıza gömülü ama size baktığını biliyorsunuz. Ses devam ediyor: Mahşerde nasıl tanıyacak bizi?
Ani bir sessizlik… O birden susuyor. Siz kalbinizi söküp atmak istiyorsunuz. Sessizlik müthiş. Yeniden tane tane anlatmaya başlıyor:
Bir adam vardı. Garip, kimsesiz bir adam. Bağ bahçe işleriyle uğraşır, sebze-meyve yetiştirirdi. Şehir pazarı oldu mu mahsulünü devesine yükler satmaya götürürdü. Nehrin üstündeki köprüden geçer pazara gelirdi. Akşama kadar satabildiğini satar satamadığını devesine yükler evine dönerdi. Bir gün adamın devesi yavruladı. Artık pazara giderken yavru deveyi de yanlarına alıyorlardı. Köprüden geçerken yavru deve nehre yuvarlanıp öldü. Annesi orada feryat edip inlemeye başladı. Ne zaman o köprüden geçseler deve orada durur feryat ederdi.
Adam devesinin haline üzülür, bu kadar figan ediyor ciğerleri hasretten yandı delindi derdi. Bir gün deve ortadan kayboldu. Köylü yükünü omzuna alıyor pazara böyle gidip geliyordu. Bir zaman sonra devesini bir başka adamın yanında görünce sevindi bu deve benimdir, dedi. Ama adam oralı olmuyor devenin sahibi benim, diyordu. Münakaşa ettiler anlaşamadılar. Mahkemelik oldular. Kadı efendi devenin gerçek sahibini anlamaya çalışıyordu. Köylü dedi ki: Benim devemin bir yavrusu vardı köprüden düşüp öldü. Yavrusunun ardından öyle feryat ederdi ki ben ciğeri delinmiştir derdim. Deveyi keselim, eğer ciğeri delikse bu adam bana bir deve alsın değilse ben ona bir deve alırım. Kadı efendi diğer adama baktı. Adam olur deyip kabul etti. Deveyi kestiler baktılar ciğeri deliktir. Devenin sahibinin kim olduğunu anladılar.
Aşıkların ciğerleri de deliktir maşuk onları nerede olursa olsun bilir tanır.
O sözünü bitirirken siz kan-ter içinde kalıyorsunuz. Kaçmak kaybolmak yok olmak istiyorsunuz. Ellerinizi ciğerleriniz üzerinde kavuşturmuşsunuz. O size hiç bakmıyor. Kalbinizden utanıyorsunuz. Çayından bir yudum daha alıyor. Ellerine sarılmak istiyorsunuz. Dudaklarınızdaki teri siliyorsunuz ellerinizle. Boğazınıza bir hıçkırık düğümleniyor. Başınızı hiç kaldıramıyorsunuz ama her şeyi görüyorsunuz sanki. Yanında bir adam var elindeki kağıtları gösteriyor. O bir şeyler soruyor adama. Her şey bir hayal gibi. Bir şey tarif ediyor. Parmakları kağıdın üzerinde. Ben burada mıyım diye düşünüyorsunuz. Adam kağıtları toplayıp kalkıyor. Siz dizlerinizin üzerinde daha bir toparlanıyorsunuz. Üç şeker veriyor adama. Başınızı kaldırıp etrafa bakıyorsunuz sizinle gelenlerden kimse yok orada! Hıçkırarak ağlamaya başlıyorsunuz.
Biri sarsıyor sizi. Ezan sesi geliyor uzaklardan. Kan-ter içindesiniz. Bir feryat yükseliyor ta ciğerinizden. Biri daha hızla sarsmaya başlıyor sizi. Aç artık gözlerini dediğini duyuyorsunuz. Ezan sesi berraklaşıyor. Yatağınızın üzerindesiniz. Titriyor hıçkıra hıçkıra ağlıyorsunuz. Elleriniz göğsünüzde bağlı. Ezan sesi geliyor uzaklardan…